“HER 3 KADINDAN BİRİ CİNSİYET TEMELLİ ŞİDDET GÖRÜYOR. YAŞAM BOYU ANNELİK NEDENİ İLE ÖLME RİSKİ; AVRUPA KITASINDA ORTALAMA 3 BİN 300 KADINDA 1 İKEN AFRİKA KITASINDA ORTALAMA 40 KADINDA 1’DİR”
“SAĞLIK SADECE BİREYSEL BİR SORUMLULUK OLMAYIP; DEVLET – HÜKUMETLER VE SAĞLIK HİZMETİ VERENLER GEREĞİNİ YAPMAKLA YÜKÜMLÜDÜRLER”
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER)’nin 2021 yılı Kongre kitabında yayımlanan Hak Temelli Yaklaşım ve Kadın Sağlığı adlı makale, günümüzde kadın sağlığı konusunda yaşanan sıcak tartışmalara ilişkin önemli bilgiler sunuyor.
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşe Akın tarafından hazırlanan makalede öne çıkan bilgileri klinikiletişim dergisi için derledik.
‘Sağlık hakkı hem bir hak hem de bir özgürlük olarak sosyal devlet anlayışının gelişmesi ile birlikte temel ve evrensel bir insan hakkı olarak kabul edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Anayasası sağlığa bir sosyal hak, sağlık hizmetlerine kamusal bir hizmet olarak bakmakta, sağlığın sosyal ve ekonomik belirleyicilerini vurgulamaktadır. DSÖ Anayasası’na göre en yüksek düzeyde ulaşılabilir olan sağlık standardından yararlanmak, her insanın temel bir hakkıdır ve sağlık hakkından yararlanmada, ‘ırk, din, siyasal düşünce, ekonomik ve sosyal durum’ bakımlarından kişiler arasında bir ayrımcılık yapılamaz.
Sağlık hakkı, bu en yüksek sağlık standardından insanların eşit şekilde faydalanmasına olanak tanıyan bir sağlık sistemine sahip olma hakkını gerektirmektedir. Sosyal haklara ilişkin gelişmelerin yansımaları Türkiye’de ilk defa 1961 Anayasasında görülmüştür. Bu anayasada devletin sosyal niteliği belirtilerek iktisadi ve sosyal haklarla ilgili zamanın popüler anlayışına uygun ayrıntılı bir düzenleme yapılmıştır. 1982 Anayasası da her ne kadar bir önceki anayasanın özgürlükçü yönünü büyük ölçüde dışlamış olsa da iktisadi, sosyal ve kültürel haklara ve hatta çevre hakkı gibi haklara da yer vermiştir.
“SAĞLIKSIZ DÜŞÜK VE KOMPLİKASYONLARINA BAĞLI YILDA 47 BİN ANNE ÖLÜMÜ MEYDANA GELİYOR. HER GÜN 39 BİN ÇOCUK YAŞTA EVLİLİK YAPILIYOR”
Global Düzeyde Üreme Sağlığı Hakkı İhlallerinin Bilançosu:
• Bir yılda gebelik ve doğuma bağlı 300 bin kadın kaybedilmekte (her gün 800 kadın),
• Gençler, cinsel ve üreme sağlığı ve haklar konusunda en riskli ve ihmal edilen grubu oluşturmaktadır
• Sağlıksız düşük ve komplikasyonlarına bağlı yılda 47 bin anne ölümü meydana gelmektedir
• Her gün 39 bin çocuk yaşta evlilik yapılıyor, dünyadaki toplam sayıları 700 milyon
• 200 milyon genital olarak sakatlanmış kadın mevcut
• Her yıl 500 milyon yeni-cinsel yolla bulaşan enfeksiyon meydana geliyor
• Her 3 kadından biri cinsiyet temelli şiddet görüyor
• Yaşam boyu annelik nedeni ile ölme riski; Avrupa kıtasında ortalama 3 bin 300 kadında 1; Afrika kıtasında ortalama 40 kadında 1’dir.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ 4 TEMEL ALANDA DEVLETLERE SORUMLULUK YÜKLER: KADINLARA YÖNELİK ŞİDDETİ VE EV İÇİ ŞİDDETİ ÖNLEMEK; ŞİDDETE MARUZ BIRAKILAN KADINLARI VE ÇOCUKLARI HER TÜR ŞİDDETTEN KORUMAK, FAİLLERİ KOVUŞTURMAK; UYGUN, YETERLİ DÜZEYDE KORUMA VE DESTEK MEKANİZMALARI OLUŞTURMAK; KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN ÖNLENMESİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNİN SAĞLANMASI KONUSUNDA BÜTÜNCÜL POLİTİKALAR GELİŞTİRMEK”
Bilindiği gibi Birleşmiş Milletler (BM)-2015 yılında, 2030 yılına dek ulaşılması planlanan 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi (SKH) belirledi. Bu hedefler:
‘1-Yoksulluğa son; 2-Açlığa son; 3-Sağlıklı bireyler; 4-Nitelikli eğitim; 5- Toplumsal cinsiyet eşitliği; 6-Temiz su ve sıhhi koşullar; 7-Erişilebilir ve temiz enerji; 8-İnsana yakışır iş ve ekonomik büyüme; 9-Sanayi, yenilikçilik ve altyapı; 10-Eşitsizliklerin azaltılması; 11-Sürdürülebilir şehir ve yaşam alanları; 12-Sorumlu tüketim ve üretim; 13-İklim değişikliği ile mücadele; 14- Sudaki yaşam; 15-Karasal yaşam; 16-Barış ve adalet; 17-Hedefler için ortaklıklar’ başlıklarını içermektedir.
Dünyayı dönüştürecek 17 sürdürebilir kalkınma hedefinin beşincisi, kadınları tüm insan haklarının kullanımı bağlamında etkileyen ve hakkında en fazla hak ihlali yapılan hedef olup ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliğidir’.
Bilindiği gibi Kasım 2019 yılında Kenya; Danimarka Hükümetleri ve UNFPA iş birliğinde -Nairobi’de ICPD 25 Zirvesi yapıldı. Bu zirvenin amacı ICPD’den 25 yıl sonra dünya ölçeğinde alınan mesafelerin değerlendirilmesi ve 2030 yılına dek daha nelerin yapılması gerektiğin ortaya konulması idi. Bu tablo, özellikle kadın/ üreme sağlığında ‘Gündemin bitmemiş olduğunu’ ortaya koydu. Şöyle ki, alınan mesafeler vardı örneğin anne ölümleri geçen 20 yılda % 47 oranında azalmış, doğurganlıkta % 26 azalma meydana gelirken aile planlamasında karşılanmayan gereksinim % 36 olarak oldukça yüksektir.
Diğer taraftan bir yılda meydana gelen yeni vaka cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların (CYBE) sayısı 330 milyondan 500 milyona çıkmıştır, pek çok iyileşmeye rağmen ülkeler bölgeler arası eşitsizlikler, hak ihlalleri ciddiyetini korumaktadır.
Nairobi Zirvesinde ‘Bitmemiş Gündem’ olarak dile getirilenler:
Dünyada halen;
- 295 bin anne ölümü /yılda,
- 2.6 milyon yeni doğan ölümü/ yılda,
- Aile planlamasında 202 milyon karşılanmamış gereksinim,
- Yılda 500 milyon cinsel yolla bulaşan yeni enfeksiyon,
- 267 milyon servikal kanser,
- 1.8 milyon yeni HIV enfeksiyonu,
- 7.4 milyon HIV/AIDS tedavisine ulaşamayan kişi,
- 200 milyon FGM (genital sakatlama),
- 700 milyon çocuk yaşta evlilik vakası mevcuttur.
- Dünyada 3 kadından biri yaşamının bir döneminde – partnerinden şiddet görmektedir.
Bu gerçekler karşısında Zirvede: Zaman daralıyor, Süreci Hızlandıralım, Taahhütleri gerçekleştirmek için Sözcükleri Eyleme çevirelim- ‘No one left behind’ yani ‘Kimse geride bırakılmamalı’ denilmiştir.
Şekil 5. Farklı DSÖ Bölgelerinde Anne Ölüm Oranları (100.000 canlı doğumda)
21.Yüzyılda hala her alanda olduğu gibi sağlıkta özellikle de kadın sağlığında eşitsizlikler devam etmekte olup anne ölüm oranlarındaki eşitsizlikler ‘uçurum’ düzeyindedir (Şekil 5).
Nairobi zirvesinde tüm bulgular – sonuçlar değerlendirilerek, 2030 yılına dek dünyanın ulaşması beklenen 17- Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi (SKH) dikkate alınarak ‘cinsel ve üreme sağlığı’ bağlamında ulaşılması gereken 4 hedef belirlenmiştir. Bu Hedefler:
1. Önlenebilir nedenlere bağlı anne ölümlerinin sıfıra indirilmesi
2. AP’de karşılanmayan gereksinimin sıfıra indirilmesi
3. Kadınlara yönelik şiddet ve zararlı geleneksel uygulamaların sıfıra indirilmesi (çocuk yaşta evlilikler ve Genital sakatlama- (Female Genital Mutilation – FGM)
4. Gençlere haklar bağlamında öncelik ve önem verilmesi – özellikle cinsel sağlık, üreme sağlığı konularında hizmet sunulmasıdır.
Bu hedeflerin özellikle ilk üçünü Türkiye bağlamında irdelediğimizde; Türkiye’de 1994 – 1995 – yıllarında özellikle kadın-anne ve çocuk sağlığında hak temelli sağlık hizmetinin sağlanması için çok fazla gerçekleştirilenler olmuştur. Bunlardan bazıları: Cumhuriyet döneminin başlangıcından itibaren atılan adımlarla, başlattıkları kadın erkek eşitliğinin önünü açan, temelini oluşturan pek çok çalışma yapılmıştır. Yine üreme sağlığını iyileştirmede atılan büyük adımlar olmuştur. Örneğin, 1952’de anne çocuk sağlığı merkezlerinin kurulması, 1960 planlı döneme geçiş, 1961 – 224 sayılı yasa ile başlatılan Temel Sağlık Hizmetleri (TSH) yaklaşımı; 1965 – 557 ilk Nüfus Planlaması Yasası ve TSH sisteminin uygulanmasına bağlı sağlıksız düşüklere bağlı anne ölümlerinin payı % 53 den % 2 ye düşmüştür.
Sağlıkta Dönüşüm ve Aile Hekimliği Sistemi
Daha sonra Türkiye’de yaklaşık 40 yılı aşan bir süre uygulanmış olan TSH sisteminden vazgeçilerek, ‘Sağlıkta Dönüşüm’ olarak bilinen değişikliğe gidilmiş ve 2004 yılında pilot uygulama olarak Düzce ilinde başlatılan ve bilimsel-ayrıntılı değerlendirmesi yapılmaksızın 2011 yılında tüm Türkiye’ye yaygınlaştırılan aile hekimliği- sağlık sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Bu yeni sistemde, birinci basamakta hekim, ebe-hemşirenin olduğu ve üreme sağlığı bağlamında çok önemli olan TSH yaklaşımından uzaklaşılmış, tedavinin ön planda olduğu, verilen hizmetlere ‘performans’ skorlamasının yön verdiği, sağlık hizmetinin metalaştırıldığı – kar amaçlı olmasını öne alan, sağlık ekibini zayıflatan bir model uygulanmaya başlamıştır.
Ataerkil Zihniyetin Ön Plana Çıkması
Bu sistem değişikliğinin yanı sıra özellikle kadın konusunda ataerkil zihniyetin ön plana çıktığı, kadını temel olarak doğurganlık fonksiyonu ile gören – görmek isteyen, doğurganlığını teşvik eden, doğurganlığın düzenlenmesi hizmetlerinde engelleyici bir ‘politik atmosfer’ giderek hakim olmaya başlamıştır.
Anne Ölümlerinin Sıfıra İndirilmesi
Kadın konusunda ve sağlık sistemi bağlamında özellikle 2000’li yıllardan sonra Türkiye’de meydana gelen bu temel yaklaşım değişikliği de dikkate alınarak,
‘Türkiye, 2030 yılına dek Nairobi’de belirlenen hedeflere ulaşabilir mi?’ sorusunun çok kısa bir değerlendirmesi yapılacak olur ise; Nairobi zirvesinde belirlenen 4 hedef, bu yazı kapsamında söz edilen ‘hak temelli sağlık hizmeti sunulmasının ‘olmazsa olmazlarıdır. Dört hedefe ulaşmak bireylerin, ailelerin toplumun vazgeçilmez insan hakkı, gerçekleştirilmesi ise devletin- anayasal görevidir.
İlk hedef önlenebilir nedenlere bağlı anne ölümlerinin sıfıra indirilmesidir. Gerek 2005 Ulusal Anne Ölüm (AÖ) Araştırma sonuçları gerekse yıllar içinde AÖ’lerinin trendi bu hedefe ulaşılmasının çok güç olmaması gerektiğini göstermektedir. Çünkü Türkiye’de 1963 yılından beri 5 yıl aralıklarla tekrarlanan ‘Nüfus ve Sağlık Araştırmaları’ 2005 yılında yapılan Ulusal Anne Ölüm Araştırması ve ilki 2008 yılında, ikincisi 2014 yılında gerçekleştirilen Kadına Yönelik Şiddet Araştırmaları, Nairobi Zirvesinde belirlenen hedeflere ulaşmada nelerin yapılması gerektiğini bilimsel kanıtları ile çok açık göstermektedir.
Şöyle ki; gerek anne ölüm oranı gerekse yaşam boyu annelik nedeni ile ölüm, kırsal alanlarda kentsele göre yaklaşık 2 misli daha yüksektir (Tablo 4 ).
Tablo 4. Türkiye’de Anne Ölüm Oranı ve Yaşam Boyu Annelik Nedeni ile Ölüm Riski (2005 UAÖ Araştırması)
Türkiye’de AÖO, Bölgelere göre çok farklı olup Batı bölgesinde en düşüktür (Tablo 5).
Tablo 5. Türkiye’de Anne Ölüm Oranı ve Yaşam Boyu Annelik Nedeni İle Ölüm Riski 2005 UAÖ Araştırması
Önlenebilir anne ölümlerini engellemenin belki de en kolay yolu ‘riskli gebeliklerin-aile planlaması yöntemleri ile önlenmesidir’. Türkiye’de çoklu risk kategorisinde olan gebeler % 25’dir (Şekil 6 ).
Şekil 6. Türkiye- Bebek ve Çocuk Ölümlüğünü etkileyen Diskli Doğurganlık Davranışları (2018-TNSA)
Türkiye’de anne ölümlerinin 3’te 2’si (% 62) önlenebilir nedenlere bağlı meydana gelmektedir (şekil 7). Bunun anlamı, sağlık sistemi ve burada verilecek üreme sağlığı hizmetleri bu faktörleri dikkate alınarak birinci basmakta uygun bir ekiple TSH yaklaşımı ile verilebilse anne ölümlerinin % 62 si önlenebilir; bunun anlamı, Nairobi Zirvesinin 1. hedefine ulaşılması demektir. Ancak burada dikkate alınması gereken bir husus da sağlık sisteminin ötesinde, kadının toplumsal konumunun ‘uygulanan toplumsal cinsiyet ayırımcılığının’ önlenmesi her tür ataerkil yaklaşımın engellenmesi yani kadın – erkek eşitliğinin gerçekleştirilmesidir.
Şekil 7. Türkiye’de Önlenebilir Nedenlere Bağlı Anne Ölümleri (2005 UAÖA)
Şekil 8, yıllara göre anne ölümlerinin eğilimi incelendiğinde, sağlık siteminin anne ölümlerini indirmedeki etkisine işaret etmektedir. Anne ölümlerindeki 2010 yılına dek meydana gelen çarpıcı azalma, TSH sisteminin değiştirildiği 2010 yılından sonraki yıllarda düşüşünü sürdürmemiş ‘plato’ çizmiştir (Şekil 8).
Şekil 8. Türkiye’de Yıllara Göre Anne Ölüm Oranları (100.000 Canlı Doğumda)
Kadınların Doğurganlığı Teşvik Edilmektedir
Anne ölümlerinde bölgesel eşitsizlikler belirgindir. Riskli gebelikler hala sorun, buna karşın Aile Planlaması (AP) hizmetlerinde karşılanmayan gereksinim giderek artmakta , AP hizmetlerine ulaşım engellenmekte, isteyerek düşük hizmeti geçmişe kıyasla birinci ve 2.Basamak sağlık birimlerinde mevcut yasaya rağmen verilmemektedir. Kadınların doğurganlığı teşvik edilmektedir. Kadınların Cumhuriyetle kazandıkları eşitlikçi haklardan geriye doğru adımlar atılmaktadır.
Sağlık sistemi – özellikle birinci basmakta TSH yaklaşımından uzaklaşmış, Cinsel Sağlık ve Üreme Sağlığı (CSÜS) hizmeti verilmesinde kilit personel olan ebe- hemşire ekipte rutin olarak yer almamaktadır.
Aile Planlamasında (AP) karşılanmayan gereksinim sıfıra indirilmelidir. Zirvede, ‘eğer bu hedef gerçekleşemez ise önlenebilir anne ölümlerinin sıfıra indirilmesi hedefine de ulaşılamaz’ cümlesi vurgulanmıştır.
Şekil 9. Türkiye’de yıllara göre Aile Planlaması Yöntemi Kullanma (1978-2018 – %)
Türkiye’de Aile Planlaması (AP) hizmetleri ilk Nüfus Planlaması (NP) yasanın kabul edildiği 1965 yılından itibaren hizmetlerin mevcut gereksinimi karşılamak temelinde yaygın verilmesine bağlı giderek artmış olup 2. NP yasasının kabul edildiği 1983 yılından itibaren ise şekil 9’da net görüleceği gibi etkili AP yöntem kullanımı ilk kez etkisiz-geleneksel yöntem kullanımını aşmış ve bu eğilim uzun yıllar devam etmiştir.
Modern kontraseptif (ebelikten koruyucu) yöntem kullanımında bölgeler arası farklılıklar mevcuttur (Şekil 9 ve 10)
Şekil 10. Türkiye’de yıllara göre Bölgesel olarak Modern Kontraseptif kullanımı (1993-2018)
Ancak 2000’li yıllardan sonra birinci basamak sağlık birimlerinde AP hizmetlerinin verilmesinde ‘hak temelli hizmet anlayışı ile bağdaşmayan’ yaklaşım değişiklikleri sonucu etkili yöntemlerin kullanımında – özellikle kullanım ve teorik etkililiği yüksek toplumun en fazla kabul edip talep ettiği Rahim İçi Araç (RİA) kullanımında belirgin düşüşler olmuş ve bu eğilim ne yazık ki devam etmektedir (Şekil 11)
Şekil 11. Türkiye’de yıllara ve türlere göre kontraseptif kullanma
İsteyerek düşükler ailelerin çocuk sayısını kısıtlamadaki motivasyonunu gösteren bir ölçüttür ancak ailelerin düşük öncesi kontraseptif kullanımında büyük bir oranı yöntem kullanmadıkları için gebe kaldıkları bölüm oluşturmaktadır. Ne yazık ki düşük sonrası da bu oran aynen devam etmektedir. Bu da verilen hizmetin niteliği hakkında fikir veren bir husustur (Şekil 12).
Şekil 12.Türkiye’de Düşük öncesi ve sonrası Gebeliği önleyici yöntem kullanımı (2018)
Şekil 13.Türkiye’de Aile Planlanmasında Karşılanmayan Gereksinim (1993-2018)
Şekil 13 ve 14’de de izlenebileceği gibi Türkiye’de AP’da karşılanamayan hizmet gereksinimi 5 yıllık arada ikiye katlanmıştır. Eğer bu sayıya hizmet ihtiyacı olup geleneksel yöntem kullananlar da eklenecek olur ise, ‘AP’da karşılanmayan gereksinim % 33 olmaktadır. Bunun anlamı Türkiye’de 3 aileden biri ihtiyacı olduğu halde AP hizmetine ulaşamamaktadır. Bu sonucun sağlık politikalarını oluşturanlar ve sağlık hizmeti verenler tarafından iyi değerlendirilmesi gerekir. Program konumuz olan ‘Hak temelli Yaklaşımın tam tersi bir yaklaşım olduğunu vurgulamak sanırım ‘haksızlık’ olmaz (şekil 13,14 ve 15)
Şekil 14.Türkiye’de Yıllara göre Karşılanmamış AP ve Modern Yöntem ihtiyacı (1993-2018
Şekil 15. Türkiye’de Aile Planlanmasında Karşılanamayan hizmet Gereksinimi
Kadına yönelik şiddet ve zararlı geleneksel uygulamaların (çocuk yaşta evlilikler, genital sakatlama (FGM) sıfıra indirilmesi hedefi bağlamında Türkiye’de, cinsiyet temelli şiddet ve çocuk yaştaki evlendirmeler söz konusudur. Bunların temel nedeni ülkemizde hala ciddi ölçüde devam eden ‘toplumsal cinsiyet ayırımcılığıdır’. Yine hak ihlalinin bu iki örneğini de ne yazık ki toplumun ‘meşrulaştırma eğilimi’ vardır. İyi bilinen bilimsel gerçek, toplumsal cinsiyet ayırımcılığı zaman içinde değişime uğrar ve politikalarla kurumsallaştırılır.
Türkiye’de 2008 yılı ve 2014 yıllarında yapılan ‘kadına yönelik şiddet (KYŞ) araştırmaları’ son derece yol gösterici olup KYŞ’in azalmadan çok yaygın olarak devam ettiğini göstermektedir.
Cinsiyet temelli şiddetin bir insan hakları ihlali olduğu, kalkınmanın önünde engel oluşturduğu ve mücadelede ciddi radikal adımların, disiplinler ve sektörler arası iş birlikleri ile atılması gerektiği bilinen bilimsel gerçeklerdir. Konu bağlamında Cumhuriyetin başlangıcından itibaren kadın-erkek eşitliği konularında yasal ve sosyal alanlarda yapılanlar; 1980’lerden sonra güçlenen ‘kadın hareketi’, çıkarılan 4320 ( 1998) ve 6284 (20…) sayılı KYŞ le ilgili yasalar; Türk Ceza Kanununun ve Türk Medeni Kanununun ayırımcı maddelerini ayıklanması önemli adımlardır. Ancak tüm bunlara rağmen kadın erkek eşitsizliğini artırabilecek olumsuz adımlar da ne yazık ki atılmıştır hatta bu eğilim yani kadını hakların kullanımı bağlamında farklı bir kalıba koyma uygulamaları halen devam etmektedir. Bu konuda TÜİK’in istatistik bilgileri, ya da Sağlık Bakanlığının yıllık Raporlarının
incelenmesi bile kadınların eğitim, istihdam, sağlık vb konularında ki yaklaşımları ortaya koymaktadır. Örnek olarak, Türkiye’de uzun yıllar 5 yıl olan İlkokul eğitimi 1997 yılında ‘kesintisiz olmak koşulu ile 8 yıla çıkarılmıştır’. Eğitimde doğru atılan bu adım, 2012 yılında kabul edilen 6287 sayılı kanunla, 4+4+4 olarak bilinen kesintili hale getirilmiştir. Eğitimde kız çocukların aleyhine olacak, daha farklı eğitimlere yönlendirilmesini, hatta eğitime devam etmemelerine yol açabilecek, toplumsal cinsiyet ayırımcılığını artırıcı etkisi olacağı beklenen bir durum olduğu halde bu adım ne yazık ki atılmıştır…
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, KADINA YÖNELİK ŞİDDETİ BİR İNSAN HAKLARI İHLALİ VE AYRIMCILIĞIN BİR TÜRÜ OLARAK KABUL EDİYOR. EĞER CİNSİYET TEMELLİ ŞİDDETE KARŞI YETERLİ TEPKİ VERİLMEZ İSE DEVLETLERİN, BUNDAN SORUMLU TUTULACAĞINI VURGULAMAKTADIR”
İstanbul Sözleşmesi’nin İlk İmzacısı Türkiye’dir
Kadına Yönelik Şiddet konusunda ‘yorumlamada güçlük çekilen’ bir konu ise hazırlığında Türkiye’den uzmanların emek verdiği öncülük yaptığı, ilk imzaya İstanbul’da TC. Devletinin ev sahipliğinde açıldığı için adını bile İstanbul Sözleşmesi olarak alan ‘Avrupa Konseyi Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Sözleşmesi’, Uluslararası bir Yasa olup 2011 yılında ilk imzayı atan ülke Türkiye olmuştur. İmzayı müteakip TBMM’nin de onayladığı (Anayasa madde 90) yasa, ulusal yasalarımızı üzerinde bir güç kazanmıştır. KYŞ- İstanbul Sözleşmesi, en güncel koruma, önlem, kovuşturma, kadını destekleme ve bütüncül yaklaşımları getiren – garantileyen bir yasa. Sözleşme, kadına yönelik şiddeti bir insan hakları ihlali ve ayrımcılığın bir türü olarak kabul ediyor. Eğer cinsiyet temelli şiddete karşı yeterli tepki verilmez ise, devletlerin, bundan sorumlu tutulacağını vurgulamakta.
İstanbul Sözleşmesi Ne Diyor?
Türkiye’de kadın konusunda belki de en dikkat çeken geri adım İstanbul Sözleşmesinden hukuka uymayan bir yöntemle ‘imzamızın geri çekilmesi’ olmuştur. İstanbul Sözleşmesine karşı çıkarak nelere ‘hayır’ diyoruz:
Sözleşme, dört temel alanda devletlere sorumluluk yüklemektedir:
- Kadınlara yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti önlemek,
- Şiddete maruz bırakılan kadınları ve çocukları her tür şiddetten korumak, şiddetin faillerini kovuşturmak,
- Uygun, yeterli düzeyde koruma ve destek mekanizmaları oluşturma,
- Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması konusunda bütüncül politikaların geliştirilmesi.
Biz Türkiye olarak izlenebildiği kadarı ile yasada var olmayan gerekçelerle ve Anayasamızda belirtilen hukuki prosedürlere uymadan imzamızı geri çekmemizin açıklamasının yorumunun kadın hakları bağlamında mutlaka yapılması gerekmektedir.
Toplumsal Cinsiyet Uçurum Endeksinde Son Sıralardayız
Son olarak, Dünyayı dönüştürecek 17 Sürdürebilir Kalkınma Hedefinin Beşincisi, ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ dir. Bu bağlamda Türkiye ile ilgili son yıllarda ‘Dünya Ekonomik Forum Raporunun değerlendirmelerine göre Türkiye’nin Toplumsal Cinsiyet Uçurum Endeksinde yıllar içerisinde hiçbir ilerleme kaydedememiş en son 2019 yılında analizi yapılan 153 ülke arasında 131. Sırada gelmektedir.
Tablo 6. Dünya Ekonomik Forum Raporu – Türkiye’de Yıllara Göre, Toplumsal Cinsiyet Uçurum Endeksi (Türkiye)
Sorunlar Nelerdir?
• Türkiye’de Cinsel Sağlık Üreme Sağlığı (CSÜS) hizmetlerine hak temelli yaklaşımın son derece eksik olduğunu göstermektedir.
• Mevcut yasalarda belirlenenler bile uygulamalara yansıtılmamaktadır.
• Kadına bakış açısı, ataerkil yaklaşımların hala sürmektedir.
• Kadın konularında eşitlikçi politikalar oluşturulması ya da olanların uygulamalara yansıtılmasında politik irade ortaya konulmamakta hatta ‘politik direnç’ gösterilmektedir.
• Toplumsal cinsiyet eşitliği kasıtlı olarak hedef alınmaktadır.
• Sağlık sisteminin özellikle kadınlara verilen ‘koruyucu hizmetlerin, aile planlaması hizmetleri örneğinde olduğu gibi geri plana atılmaktadır hatta engelleyici uygulamalar vardır.
• Sağlık hizmet modelinin Toplum Sağlığı Hizmeti (TSH) model ve ilkelerinden uzaktır, sağlık hizmetlerinde uluslararası norm ve standartlara paralel ‘Hak temelli’ hizmet modeli dikkate alınmamaktadır.
• Toplumda sağlık konusunda, hizmet talebinin kendi hakkı, bunu sağlamanın da devletin görevi olduğu bilinci eksiktir.
2030 Yılı hedeflerine Ulaşma Olasılığı
Mevcut sağlık hizmet modeli, zihniyet ve kadın konusunda uygulamalardaki ayırımcı politikalarla ‘Türkiye’de 3 Sıfır Nairobi-Zirvesi hedeflerine 2030 yılına dek ulaşılması çok kolay görünmemektedir. Yine de acilen yapılmasıya da yapılmaya başlanması gerekenler çok kısaca vurgulanacak olur ise:
• Toplumun tümünde (Her iki cinsiyette, her yaş grubunda, her eğitim düzeyinde, her disiplin ve her sektörde) sağlığın bir insan hakkı olduğu konusunda ve ilgili hizmetleri talep etme ve almanın ‘hakları olduğu’ konularında farkındalık artırıcı faaliyetlere ağırlık verilmesi,
• Karar vericilere-politika belirleyicilere, yöneticilere ve hatta sağlık sektörü mensuplarına ‘Hak temelli sağlık hizmetinin anlamı ve bunun uygulanmasının bir zorunluk olduğu’ hususlarında, uluslararası norm ve standartlara uygun bir bilinç geliştirilmesi için konu, örgün eğitim düzeylerinden itibaren ele alınmalı ve görevlendirilmelerin ‘liyakat esasına göre’ yapılması,
• Yapılandırılmış, stratejisi belirlenmiş ‘savunuculuk’ faaliyetlerinin bilimsel gerçeklere ve kanıtlara dayalı yapılması, bu faaliyetlerin sivil toplum dahil tüm sektörlerce yapılması
• Kadınları öteleyen-ikincil konuma getiren ‘ataerkil yaklaşımlar ve bunun ürünü olan ‘zihniyetle’ mücadele edilmesi, Kadınların güçlenmesi – bu konuda engelleyici olunmaması
• Sağlık sisteminin koruyucu hizmetler yönünden sorun alanları iyi ortaya konularak gerekli düzenlemelerin yapılması,
• Üreme sağlığı / kadın sağlığı ve bu hizmetleri almanın bir insan hakkı olduğu noktasından hareket edilmeli – yani hak temelli yaklaşım uygulamalarla gerçekleştirilmelidir.
• Global gelişmelerin izlenmesi bağlamında uluslararası kuruluşlarla iş birliği yapılması,
• Tüm bunların sadece politik zeminde değil bilimsel esaslara göre tartışılması,
• Uygulama sonuçları / gelişmeler toplumsal cinsiyete duyarlı göstergelerle izlenmelidir.
Kimse Geride Bırakılmamalı (No One Left Behind)
2019 I CPD25- Nairobi Zirvesi, Zaman daralıyor, Süreci Hızlandıralım, Taahhütleri gerçekleştirmek için Sözcükleri Eyleme çevirelim. ‘No one left behind’- ‘Kimse geride bırakılmamalı’ yaklaşımını vurguladı. Kadın sağlığında da uzmanlaşmış bir halk sağlıkçı ve bir savunucu olarak vurgulanmak istenilen; sağlığın doğuştan kazanılmış bir insan hakkı olduğu, sağlıksızlığın sadece bireyi değil tüm aileyi, tüm toplumu etkileyen bir sonuç olup ülkelerin gelişmesinin önünde bir engel olduğu unutulmamalıdır. Sağlık sadece bireysel bir sorumluluk olmayıp; devlet – hükumetler ve sağlık hizmeti verenler gereğini yapmakla yükümlüdürler.
Sağlığın geliştirilmesinde ilerleme, ancak ülke içinde ve ülkeler arasında var olan eşitsizlikleri gidermekle, hak temelli hizmet verilmesinin garantilenmesi ile sağlanabilir.”